e-ISSN 2587-2524
Cilt : 21 Sayı : 4 Yıl :

Dizinler

Bu derginin içeriği Creative Commons Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası Lisansı kapsamında lisanslanmıştır.

Androloji Bülteni - : 21 (4)
Cilt: 21  Sayı: 4 - 2019
1.
Kapak
Cover

Sayfa I

2.
Danışma Kurulu
Reviewers

Sayfa II

3.
Başkan'dan
From the President

Sayfa III

4.
Editör'den
From the Editor

Sayfa IV

5.
İçindekiler
Contents

Sayfa V

ORIJINAL ARAŞTIRMA
6.
Üç port ve konvansiyonel ekstraperitoneal laparoskopik radikal prostastatektomi uygulanan hastalarda erektil fonksiyonun karşılaştırılması
Comparison of erectile function in patients undergoing extraperitoneal laparoscopic radical prostastatectomy by three port and conventional method
Erhan Ateş, Yiğit Akın, Arif Kol, Osman Köse, Sacit Nuri Görgel, Serkan Özcan, Yüksel Yılmaz
doi: 10.24898/tandro.2019.47550  Sayfalar 128 - 133
AMAÇ: Prostat kanseri nedeniyle 3-port ve konvansiyonel yöntemle ekstraperitoneal laparaskopik radikal prostatektomi (eLRP) uygulanan hastaların postoperatif erken dönem erektil fonksiyonlarını karşılaştırmayı amaçladık.
GEREÇ ve YÖNTEMLER: Eylül 2016 ve Ekim 2018 arasında prostat kanseri nedeni ile eLRP yapılan hastaların verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastalar 3 port ile eLRP yapılan ve konvansiyonel eLRP yapılanlar olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların erektil fonksiyonlarını değerlendirmek için preoperatif ve postoperatif 6. ayda uluslararası erektil fonksiyon indeksi-5 (IIEF-5) formu kullanıldı. IIEF-5 skoru >21 olan hastalar potent, IIEF-5 skoru <11 ise ciddi erektil disfonksiyon (ED) olarak kabul edildi. Preoperatif dönemde potent olan hastalardan 3-port eLRP ve konvansiyonel eLRP yapılanların postoperatif 6. aydaki IIEF-5 skorları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Toplamda eLRP uygulanan 92 hasta çalışmaya dahil edildi. Bunlardan 23’ü 3-port eLRP, 69’u konvansiyonel eLRP hastası idi. Ortalama hasta yaşı 63,4±6,10 yıl, tanıdaki ortalama prostat spesifik antijen (PSA) değeri 10,7±8,55 ng/dL olarak bulundu. Gruplar arasında yaş, PSA, preoperatif ve postoperatif Gleason skoru, klinik ve patolojik evre, nörovasküler demet korunma oranı, cerrahi sınır pozitiflik oranı ve postoperatif kontinans ve 6. ayda erektil fonksiyon açısından 3-port ve konvansiyonel teknik açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı.
SONUÇ: Onkolojik, cerrahi ve erken dönem fonksiyonel sonuçlar bakımından konvansiyonel yöntemle benzer olan 3-port eLRP, daha iyi kozmetik sonuçlarla erektil fonksiyonları da koruyarak prostat kanserinin tedavisinde minimal invaziv cerrahi yaklaşım olarak güvenle tercih edilebilir.
OBJECTIVE: We aimed to compare the early postoperative erectile functions of patients who underwent extraperitoneal laparascopic radical prostatectomy (eLRP) with 3-port and conventional methods for prostate cancer.
MATRERIAL and METHODS: We reviewed the medical records of the patients who underwent radical prostatectomy between September 2016 and October 2018 retrospectively. The patients were divided into two groups as 3-ports eLRP and conventional eLRP. International erectile function index-5 (IIEF-5) form was used preoperatively and postoperatively at the 6th month to evaluate the erectile function of the patients. Patients with IIEF-5 score >21 were considered as potent, and IIEF-5<11 was considered as severe erectile dysfunction (ED). IIEF-5 scores of preoperatively potent patients who underwent 3-port eLRP and conventional eLRP were compared at postoperative 6th month.
RESULTS: In total, 92 patients who underwent eLRP were included in the study. Of these, 23 were 3-port eLRP, 69 were conventional eLRP patients. Mean age was 63.4±6.10 years, mean prostate specific antigen (PSA) was 10.7±8.55 ng/dl. There were no statistically difference between compared groups in terms of age, PSA, preoperative and postoperative Gleason score, clinical and pathological stage, neurovascular bundle protection, positive surgical margin, postoperative continence status and postoperative erectile function 6th month.
CONCLUSION: The 3-port eLRP, which is similar to the conventional method in terms of oncologic, surgical and early functional results, can be preferred as a minimally invasive surgical approach in the treatment of prostate cancer by maintaining erectile functions with better cosmetic results.

7.
Erkeklerin gebelikte cinsel yaşamla ilgili mitleri
Myths of men about sexual life in pregnancy
Özden Tandoğan, Meltem Mecdi Kaydırak, Ümran Oskay
doi: 10.24898/tandro.2019.79037  Sayfalar 134 - 139
AMAÇ: Bu araştırma erkeklerin gebelik sürecine ilişkin cinsel mitlerini belirlemek amacıyla planlandı.
GEREÇ ve YÖNTEMLER: Tanımlayıcı nitelikte planlanan araştırma İstanbul ilinde yer alan iki eğitim ve araştırma hastanesinde Aralık 2018Ocak 2019 tarihleri arasında araştırma kriterlerine uyan 134 erkek ile yapıldı. Araştırma verileri araştırmacılar tarafından literatür taraması sonrası hazırlanan bilgi formu ve ‘Cinsel Mitler Ölçeği’ kullanılarak toplandı.
BULGULAR: Araştırmaya katılan 133 baba adayının %50,4’ü 19–31 yaş aralığında, bir iş çoğunluğun yaşamının uzun bir süresini ilde (%87,2) geçirdiğini ifade etti. Erkeklerin neredeyse yarısı (%47,4) ilk cinsel bilgiyi internetten öğrendiğini, %91,0’ı gebelikte cinsel birlikteliğin olabileceğini ve sadece 17,3’ü cinsel birlikteliğin bebeğe zarar verebileceğini düşündüğünü belirtti. Erkekler gebelik süresince eşiyle cinsel birliktelik yaşasalar da %93’ü gebelik sürecinde cinsel birlikteliğin “ayıp” olduğunu düşünmekteydi. Erkeklerin neredeyse tamamının (%99,2) normal doğumun cinsel yaşamı etkilemeyeceğini ve sonraki dönemde cinsel yaşamlarını olumsuz etkilemeyeceğini ifade etti. Cinsel Mitler Ölçeği’ne bakıldığında; her erkek eşine nasıl zevk vereceğini bilmeli (%96,2), eğer çiftler birbirlerini seviyorlarsa seksten de zevk almasını bilir (%96,2) şeklindedir. Mitlerin çoğu ile eğitim durumu, aile tipi, aylık gelir durumu ve uzun süre yaşadığı yer arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p≥0,05). Ancak yüksek eğitimli ve uzun süre ilde yaşamış erkeklerin mitleri onaylama oranı daha düşük bulundu.
SONUÇ: Araştırmaya katılan erkeklerin gebelikte cinsel mitlere inanma oranlarının yüksek olduğu belirlendi. Erkeklerin cinsel mitlere inanma oranının eğitim düzeyi ve yaşadığı yer ile ilişkili olduğu saptandı.
OBJECTIVE: This study was planned to determine the sexual myths of men during pregnancy.
MATRERIAL and METHODS: The descriptive study was conducted between December 2018 and January 2019 with 134 men who met the research criteria in two training and research hospitals in Istanbul. Research data were collected by using the information form prepared by the researchers after the literature review and ‘Sexual Myths Scale’.
RESULTS: Of the 133 fathers who participated in the study, 50.4% were 19–31 years of age. In the first quarter of the year, a business majority spent a long period of life in the province (87.2%). Almost half of the men (47.4%) said that they learned the first sexual information online, 91.0% stated that sexual intercourse may occur during pregnancy and only 17.3 thought that sexual intercourse could harm the baby. Although men had sexual intercourse with their spouse during pregnancy, 93% thought that sexual intercourse during pregnancy was a shame. Almost all of the males (99.2%) stated that normal birth would not affect sexual life and would not adversely affect sexual life in the future. When the Sexual Myths Scale was examined; every man should know how to give pleasure to his wife (96.2%), if couples love each other knows that they also enjoy sex (96.2%). There was no significant difference between most of the myths and education, family type, monthly income and long-term place of residence (p≥0.05). However, higher educated and long-lived men had a lower rate of confirmation of myths.
CONCLUSION: It was determined that the sexual myths of the men who participated in the study were high in pregnancy. It was found that the rate of male belief in sexual myths was related to education level and place of residence.

8.
Yüksek riskli prostat kanserinde robotik ve açık radikal prostatektominin erken-dönem erektil fonksiyon sonuçlarının karşılaştırılması
Comparison of short-term erectile function results of robotic and open radical prostatectomy in high-risk prostate cancer
Fuat Kızılay, Serdar Kalemci, Barış Altay
doi: 10.24898/tandro.2019.47855  Sayfalar 140 - 145
AMAÇ: Robot-yardımlı (RYRP) ve retropubik (RRP) radikal prostatektominin fonksiyonel sonuçlarını karşılaştıran çok sayıda çalışma olmasına rağmen, yüksek-riskli hasta grubu gibi seçilmiş bir hasta grubunda karşılaştıran çalışma sayısı kısıtlıdır. Bu çalışmada, yüksek-riskli prostat kanserli (PK) hastalarda bu iki yöntemin ereksiyon sonuçlarının karşılaştırılması amaçlandı.
GEREÇ ve YÖNTEMLER: Yüksek-riskli PK nedeniyle RRP uygulanan 84 hasta ve RYRP uygulanan 60 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik verileri, perioperatif veriler, hastaya ve hastalığa özgü faktörler, preoperatif ve postoperatif 3. ay Uluslararası Erektil Fonksiyon İndeksi (IIEF) skorları, hasta dosyalarından retrospektif olarak kaydedildi. Çalışmanın birincil amacı, iki yöntem arasında erektil fonksiyondaki değişimin karşılaştırılmasıydı; ikincil amacı ise iki yöntem arasındaki perioperatif verilerin ve onkolojik sonuçların karşılaştırılmasıydı. İstatistiksel anlamlılık için 0,05’den küçük p değerleri kabul edildi.
BULGULAR: İki grubun demografik ve histopatolojik verileri benzerdi. İki grupta da postoperatif 3. ayda bakılan IIEF skorunda belirgin azalma mevcuttu (birinci grupta -10,42±2,72 ve ikinci grupta -9,82±1,86 puan, p=0,330). Bununla uyumlu şekilde her iki grupta da orta ve ileri düzeyde erektil disfonksiyonu olan hasta oranında artış mevcuttu ancak bu oranlar arasında anlamlı bir farklılık yoktu. Her iki grupta da hastaların yaklaşık yarısında potens korunmuştu. Ayrıca, operasyon süresi RRP lehine bulunurken (p=0,024), postoperatif kateterizasyon süresi ve tahmini kan kaybı, RYRP lehine bulundu (sırasıyla, p=0,019 ve p=0,036).
SONUÇ: Radikal prostatektomi, yüksek-riskli PK hastalarında düşük komplikasyon oranları ve erken dönem kabul edilebilir potens oranlarıyla güvenle uygulanabilir. Açık ve robotik teknik arasında yüksek-riskli PK hastalarında erken dönem erektil fonksiyonların korunmasında önemli bir fark saptanmamıştır.
OBJECTIVE: The number of studies comparing the functional results of robot-assisted (RARP) and retropubic (RRP) radical prostatectomy, in a high-risk group of patients, is limited. In this study, we compared the erectile function results of these two methods in patients with high-risk prostate cancer (PCa).
MATRERIAL and METHODS: Eighty-four patients who underwent RRP and 60 patients who underwent RARP for high-risk PCa were included in this study. Demographic data, perioperative data, patient and disease specific factors, preoperative and postoperative 3rd month International Index of Erectile Function (IIEF) scores were recorded retrospectively from hospital registration system. The primary aim of the study was to compare the change in erectile function between two methods; the secondary aim was to compare the perioperative data and oncologic results between the two methods. P values less than 0.05 were accepted for statistical significance.
RESULTS: Demographic and pathological data of the two groups were similar. There was a significant decrease in the IIEF score in the postoperative 3rd month in both groups (-10.42±2.72 in the first group and-9.82±1.86 in the second group, p=0.330). Consistent with this finding, there was an increase in the number of patients with intermediate and advanced erectile dysfunction in both groups, but there was no significant difference between these groups. In both groups, the potency was preserved in approximately half of the patients. In addition, the mean operation time was found in favor of RRP (p=0.024), while mean postoperative catheterization time and estimated blood loss were found in favor of RARP (p=0.019 and p=0.036, respectively).
CONCLUSION: Radical prostatectomy can be performed safely in patients with high-risk PCa with low complication rates and acceptable early potency rates. There was no significant difference between the open and the robotic technique for the preservation of short-term erectile function.

9.
Normospermik bireylerde semen parametreleri ile nötrofil-lenfosit oranı (NLR) ve trombosit-lenfosit oranı (PLR) arasındaki ilişki
The relationship between semen parameters vs. neutrophil-lymphocyte ratio and platelet-lymphocyte ratio in normospermic individuals
Ahmet Gökçe, Deniz Gül
doi: 10.24898/tandro.2019.68725  Sayfalar 146 - 149
AMAÇ: Çeşitli hematolojik parametrelerin inflamatuar süreçlerde rol aldığı bilinmektedir. Son zamanlarda bu konuda en çok araştırılan parametrelerden olan nötrofil-lenfosit oranı (NLR) ve trombosit-lenfosit oranının (PLR) semen parametreleri ile ilişkisi hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Biz bu çalışmamızda, normospermik bireylerde semen parametreleri ile NLR ve PLR arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
GEREÇ ve YÖNTEMLER: Hastanemiz androloji laboratuarında Ocak 2017 – Aralık 2017 tarihleri arasında yapılmış semen analizleri retrospektif olarak tarandı. Kayıtlarda hemogram sonucu mevcut olan normospermik bireyler çalışmaya dahil edildi. Hemogram sonucu ile semen analizi arasında 6 aydan fazla süre olan olgular çalışma dışında bırakıldı. Hastaların trombosit sayısı, ortalama trombosit hacmi (MPV), nötrofil sayısı, lenfosit sayısı kayıt edildi ve NLR, PLR hesaplandı. Veriler semen parametreleri ile karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 90 hastanın yaş ortalaması 31,50±7,04 yıl idi. Hastaların hemogram parametrelerinde ortalama trombosit sayısı 237,89±59,58, MPV 7,53±0,91, nötrofil sayısı 4046±1277, lenfosit sayısı 2277±692; semen parametrelerinde semen hacmi 2,80±0,96 mL, konsantrasyon 69,08±31,87, toplam motil sperm sayısı 41,07±21,36, idi. Hemogram parametreleri, semen parametreleri ile karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı (Tablo 1).
SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları, sağlıklı normospermik bireylerde semen parametreleri ile NLR ve PLR arasında ilişki olmadığını ve öngördürücü bir belirteç olarak kullanılamayacağını göstermektedir.
OBJECTIVE: It is known that various hematological parameters are involved in inflammatory processes. The data about relationship between semen parameters and neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) or platelet-lymphocyte ratio (PLR), which are recently the most researched parameters in this regard, is limited. In this study, we aimed to investigate the relationship between semen parameters and NLR & PLR in normospermic individuals.
MATRERIAL and METHODS: Semen analysis performed in our hospital andrology laboratory in between January 2017 and December 2017 were retrospectively reviewed. Normospermic individuals who had hemogram test in records, were included in the study. Subjects with a duration of more than 6 months between hemogram results and semen analysis were excluded from the study. Patients’ platelet count, mean platelet volume (MPV), neutrophil count, lymphocyte count were recorded and NLR, PLR were calculated. The data were compared with the semen parameters.
RESULTS: Ninety patients included in the study and the mean age was 31.50±7.04 years. Mean platelet counts of the patients were 237.89±59.58, MPV 7.53±0.91, neutrophil count 4046±1277, lymphocyte count 2277±692; in semen parameters, semen volume 2.80±0.96 mL, concentration 69.08±31.87 and total motile sperm count was 41.07±21.36. There was no statistically significant correlation between hemogram parameters and semen parameters (Table 1).
CONCLUSION: The results of this study show that there is no relationship between semen parameters and NLR&PLR in healthy normospermic individuals and NLR&PLR can not be used as a predictive marker.

10.
Ratlarda gecikmiş testis torsiyon modelinde subkapsüler orşiyektomi sonrası protez olarak bone-wax implantasyonunun sonuçları
Results of bone-wax implantation as a prosthesis after subcapsular orchiectomy in a delayed testicular torsion model in rats
Mustafa Suat Bolat, Recep Buyukalpelli, Filiz Karagöz
doi: 10.24898/tandro.2019.90267  Sayfalar 150 - 154
AMAÇ: Gecikmiş testis torsiyonu olgularında klasik orşiyektomi, erkeklerde ciddi psikososyal sorunlara neden olmaktadır. Orşiyektomili erkeklerde psikolojik travmanın etkisini en aza indirmek için kullanılan testis protezlerinin tedavi maliyeti hala yüksektir. Bu protezler ameliyathanelerde stoklanamadığından ve orşiyektomi sırasında aynı seansta implantasyonu mümkün olmadığından, yerleştirilmesi ayrı bir seansta ek müdahale gerektirir. Bu deneysel gecikmiş testis torsiyonu yapılmış rat modelinde, subkapsüler orşiyektomi sırasında ulaşılması oldukça kolay olan, testise benzer ovoid şekil verilmiş olan bone-wax parafinin testis protezi olarak kullanılabilirliğini araştırdık.
GEREÇ ve YÖNTEMLER: Erişkin erkek ratlar her biri 15 rat içeren iki gruba randomize edildi. Grup 1 ratların sağ testislerine 360 ° deneysel torsiyon uygulandı ve bu ratlar 1a, 1b ve 1 c alt gruplarına randomize edilerek bunların torsiyone sağ testisleri sırasıyla 12, 24 ve 48 saat sonra cerrahi olarak detorsiyone edildi. Benzer şekilde Grup 2 ratların sağ testislerine 720 ° deneysel torsiyon uygulandı ve bu ratlar 2a, 2b ve 2 c alt gruplarına randomize edilerek bunların da torsiyone sağ testislerine sırasıyla 12, 24 ve 48 saat sonra cerrahi detorsiyon uygulandı. Her iki gruptaki ratların cerrahi detorsiyon yapılan nekrotik sağ testislerine subkapsüler orşiyektomi yapıldı ve tunika albuginea içerisine ovoid şekil verilmiş bone-wax protezi yerleştirildi. Otuz gün sonra tüm ratlara bilateral orşiyektomi yapıldı ve örnekler fiziksel ve histopatolojik olarak incelendi.
BULGULAR: Ratlarda torsiyon süresi ve derecesine bakılmaksızın bonewax kullanılan sağ testislerinin tunika albuginealarında minimal kalınlaşma, histiyositik reaksiyon ve yer yer yabancı cisim granulasyon dokusu gözlendi. Gecikmiş testis torsiyonunda testis parankiminde nekroz gözlense de tunika albugineanın minimal etkilendiği, kullanılan bu materyale karşı ciddi bir yabancı cisim reaksiyonu gelişmediği, bone-wax protez materyalinin tunika albuginea içinde çok iyi uyum sağlayarak testisi kozmetik olarak iyi taklit ettiği görüldü.
SONUÇ: Bu deneysel çalışmada, gecikmiş testis torsiyonu modelinde, klasik orşiyektomiye alternatif olarak, subkapsüler orşiyektomi sonrası testis protezi amacıyla bone-wax parafin implantasyonu uygulamasının sonuçları cesaret verici bulunmuştur.
OBJECTIVE: Classical orchiectomy, which is the only treatment option for delayed testicular torsion, causes serious psychosocial problems in men. Standard testicular prostheses to be implanted to minimize the impact of psychological trauma have high treatment costs. Because standard testicular prostheses cannot be stocked in the operating room, it is impossible to implant it during orchiectomy. Hence, these implants are placed with additional intervention. In this experimental rat model, during subcapsular orchiectomy, we investigated the results of implantation of ovoid-shaped bone-wax paraffin as a testicular prosthesis which could easily be reached almost every operating room.
MATRERIAL and METHODS: Mature male rats were randomized to two groups, each containing 15 animals. Three hundred and sixty-degree experimental right testicular torsion was applied in Group 1 rats and subsequently randomized to 1A, 1B and 1C subgroups according to their surgical detorsion time 12, 24 and 48 hours later, respectively. Similarly, 720-degree experimental right testicular torsion was applied in Group 2 rats and subsequently randomized to 2A, 2B and 2C subgroups according to their surgical detorsion time 12, 24 and 48 hours later, respectively. Necrotic testicular parenchyma was removed using the subcapsular orchiectomy technique in the groups, ovoid-shaped bone-wax was placed in the tunica albuginea. Thirty days later, bilateral orchiectomy was done all the rats and, specimens were physically and histopathologically examined.
RESULTS: Regardless of the duration and degree of torsion, light microscopic examination showed minimal thickening, histiocytic reaction and rare foreign body granulation reaction in the tunica albuginea. Although parenchymal necrosis was detected, tunica albuginea was minimally affected with no serious foreign-body reaction. Bone-wax material mimicked the testis as a testicular prosthesis.
CONCLUSION: This experimental study showed that, as an alternative to classical orchiectomy, the results of bone-wax paraffin implantation as a testicular prosthesis after subcapsular orchiectomy were found encouraging in delayed testicular torsion model.

11.
İthifallik tanrılar ve ifade ettikleri
Ithyphallic gods and their expressions
Ekrem Güner
doi: 10.24898/tandro.2019.10437  Sayfalar 155 - 160
AMAÇ: Çok tanrılı antikçağda hayatın her alanı tanrı ve tanrıçaların yönetimi ve gözetimi altında idi. Tanrı ve tanrıçaların yeteneklerini veya özelliklerini gösteren sembolleri vardı. İnanılan ibadet edilen ve çareler istenilen bu tanrı ve yarı tanrılar arasında açıkta penisi veya fallusu ile tasvir edilenler mevcuttu. Bu çalışma çok tanrılı dönemde penis veya fallusları ile sembolize edilmiş mitolojik tanrı, yarı tanrı ve kahramanları ile ifade ettiklerini androlojik bakış açısı ile ortaya koymayı amaçlamıştır.
GEREÇ ve YÖNTEMLER: Antik Yunan, Roma, Mısır ve Asya mitolojisi, ithifallik tanrılar ve fallik kült ile ilgili literatür araştırıldı, arkeolojik web siteleri, yurt içi ve yurt dışında arkeoloji müzeleri, arkeolojik kitap ve dergilerde sembolü penis-fallus olan ithifallik tanrı, yarı tanrı ve mitolojik aktörler araştırıldı.
BULGULAR: Erekte haldeki penise fallus adı verilmiştir. Antik Yunan ve Roma döneminde Dionysos, Hermes, Priapos, Narcissus, Orthannes, Konisalos, Tykhon, Pan, Silenos ve Satyrler, antik Asya’da Shiva, antik Mısır’da Min gibi tanrı, yarı tanrı ve kahramanlar açıkta duran penis veya fallusları ile tasvir edilmiş, cinsellik, erkeklik, cinsel güç, seks, dölleme, doğurganlık, üreme, bereket ve verimlilikle ilişkili fallik inanç temsilcileri olmuşlardır. Heykel, figür, seramik kaplar, fresk, rölyef, resim, mozaik ve antik paralar başlıca tasvir araçları olmuştur. Priapizm hastalığındaki penisin Tanrı Priapos’un penisi ile ilişkilendirilmesi ve priapizmin adını Priapos’tan alması merak uyandırmıştır.
SONUÇ: Antik dönemde cinsellik,erkeklik,cinsel güç,seks,dölleme,üreme ve verimlilikle ilişkilendirilen fallus,erkek cinsel organına tapınma olarak ifade edilen bir fallik inanç ve fallik kültün doğmasına neden olmuş,sembolü penis-fallus olan mitolojik tanrı ve kahramanların himayesinde gelişmiştir.İthifallik tanrı ve kahramanlara tapınma ile erkek cinselliği ve üreme ile ilgili her alanda,hatta tüm evrende verim ve bereket sağlanılacağına inanılmıştır.Tanrı Priapos ve onun fallusu ile ilişkili efsane günümüze dek ulaşmış,tıp literatüründeki priapizm, ismini Priapos’tan almıştır.
OBJECTIVE: In the polytheistic antiquity, every area of life was under the direction and supervision of gods and goddesses. The gods and goddesses had symbols showing their abilities or attributes. Among those gods and demigods who were believed, worshiped and expected for remedies, there were those depicted in the open with his penis or phallus. This study aimed to reveal mythological gods, demigods and heroes symbolized by penis or phallus and their expressions in andrological point of view in polytheistic period.
MATRERIAL and METHODS: The literature on ancient Greek, Roman, Egyptian and Asian mythology, ithyphallic gods and phallic cult was investigated. The ithyphallic gods, demigods and mithologic actors with penis-phallus symbol in archeological websites, archeological museums in Turkey and abroad, archaeological books and magazines were investigated.
RESULTS: Erect penis is called phallus. The gods, demigods and heroes like Dionysus, Hermes, Priapus, Narcissus, Orthannes, Conisalos, Tychon, Pan, Silenus and Satyrs in ancient Greece and Rome, Shiva in ancient Asia, Min in ancient Egypt were depicted with exposed phallus or phallus, representing phallic beliefs associated with sexuality, masculinity, sexual power, sex, fertilization, fecundity, reproduction, fertility and productivity. Sculptures, figures, ceramic pots, frescoes, reliefs, paintings, mosaics and ancient coins were the main means of depiction. The fact that the penis in priapism is associated with the penis of God Priapos and that the priapism was named after Priapus arouses curiosity.
CONCLUSION: The phallus, which was associated with sexuality, masculinity, sexual power, sex, fertilization, reproduction and productivity in the ancient period, led to the emergence of a phallic belief and phallic cult, expressed as worship of the male genitals, and developed under the auspices of mythological gods and heroes whose symbol is the phallus. It is believed that worship of ithyphallic God and heroes will provide yield and fertility in all areas of male sexuality and reproduction, even in the entire universe. The myth of God Priapos and his phallus has survived, and priapism in the medical literature is named after Priapos.

DERLEME
12.
Peyronie hastalığı patofizyolojisi
The pathophysiology of peyronie’s disease
Erhan Ateş, Ahmet Gökçe
doi: 10.24898/tandro.2019.94468  Sayfalar 161 - 169
Peyronie hastalığı (PH) peniste tunika albuginea’nın (TA) progresif lokalize fibrotik hastalığıdır. Fibröz, elastik olmayan skar formasyonu ve kalsifiye plak oluşumuyla sonuçlanan bir yara iyileşme bozukluğu olarak da kabul edilmektedir. Klinik olarak bu plaklar, peniste eğrilik, kısalma ve daralma gibi deformitelere ve ağrıya neden olabilir. Peyronie hastalığı için etiyolojik faktörlerin tam spektrumu bilinmemesine rağmen, travma, bozulmuş fibrin klirensi, otoimmün ve genetik faktörler dahil olmak üzere birçok etiyolojik mekanizma ileri sürülmüştür. Penise tekrarlayan mikrotravmalar ile bilaminar yapıdaki TA’nın delaminasyonunun ve sonrasındaki enflamatuvar sürecin peyronie plaklarının gelişimine neden olduğu düşünülmektedir. Travma sonrası enflamatuar süreç, myofibroblast persistansına ve sonrasında anormal kollajen birikiminine neden olur. Beraberinde anormal fibrin birikimi ve elastik liflerin düzensiz bir hal almasıyla, karakteristik tunikal fibröz plak ve skar oluşumu gerçekleşir ve enflamatuar süreç tamamlanır. PH’nin patogenezi hayvan modellerinde, hücre kültürlerinde ve klinik çalışmalarda ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu hastalığın etyopatolojisinin daha iyi anlaşılması tedavi stratejilerinin geliştirilmesi için önemlidir.
Peyronie’s disease (PD) is a progressive localized fibrotic disease of tunica albuginea (TA) in the penis. It is also considered as a wound healing disorder with fibrous and non-elastic scar formation and calcified plaque formation. Clinically, these plaques can cause deformities such as curvature, shortening and contraction of the penis and pain. Although the complete spectrum of etiologic factors for PD is unknown, multiple mechanisms have been proposed including trauma, impaired fibrin clearance, autoimmune and genetic factors. It is thought that delamination of bilaminar TA in the penis with repetitive microtrauma and subsequent inflammatory process may cause the development of the Peyronie plaques. The post-traumatic inflammatory process causes myofibroblast persistence and subsequent abnormal collagen accumulation. Accompanying abnormal fibrin accumulation and irregular form of elastic fibers, characteristic tunical fibrous plaque and scar formation occur and the inflammatory process is completed. Pathogenesis of PD has been tried to be demonstrated in animal models, cell cultures and clinical studies. A better understanding of the etiopathology of this disease is important for the development of treatment strategies.

13.
İnfertilite ve yaşam kalitesi: Sistematik derleme
Infertility and quality of life: A systematic review
Merve Çağlar, İlkay Güngör Satılmış
doi: 10.24898/tandro.2019.79836  Sayfalar 170 - 176
AMAÇ: İnfertil bireylere tanı işlemleri için uygulanan testler, tedavi seçeneklerine ilişkin karar verememe, tedavi sürecine ilişkin yeterli bilgilendirilmeme, tedaviler ve sonuçları ile ilgili yaşanan anksiyete ve ambivalan duygular, tanı ve tedavi sürecinde yaşanan fiziksel sıkıntılar ve ağrı gibi nedenler infertil bireylerin yaşam kalitesini olumsuz olarak etkilemektedir. Bu derlemenin amacı infertil bireylerde yaşam kalitesi ile ilgili yapılmış ve yayınlanmış çalışmaların gözden geçirilmesi ve sistematik olarak incelenmesidir.
GEREÇ VE YÖNTEM: Sistematik derleme türündeki bu çalışmada anahtar kelime olarak “infertility and quality of life”kullanılarak Pubmed, Science Direct ve Medline veri tabanları taranmıştır. Ocak 2014-Şubat 2019 tarihleri arasında uluslararası dergilerde yayınlanmış çalışmalar değerlendirilmiş olup tarama sonucunda 495 çalışma elde edilmiştir. Dahil etme/ dışlama kriterlerine uygun 12 çalışma derleme kapsamına alınmıştır.
BULGULAR: İncelenen çalışmaların sonucuna göre infertil bireylerin fertil bireylere göre yaşam kalitelerinin daha düşük olduğu belirlendi. İnfertil bireyler cinsiyet yönünden karşılaştırıldığında infertil kadınların infertil erkeklere göre yaşam kalitesinin daha düşük olduğu belirlendi. Yaş, eğitim, kültürel farklılıklar ve önceki tedavilerden olumsuz sonuç almak gibi faktörlerin yaşam kalitesi üzerine etkili olduğu görüldü. Aynı zamanda tamamlayıcı alternatif tıp yöntemleri ve maneviyatı kullanma gibi başetme mekanizmalarının yaşam kalitesini artırdığı belirlendi. Sonuç: Üreme fonksiyonunu yerine getirememek ve ebeveyn olamamak gibi toplumsal rollerini yerine getiremediğini düşünmek gibi faktörler ve tedavi süresince yaşananların (yoğun ilaç kullanımı, oosit toplanması gibi invaziv işlemlere maruz kalma, semen verme, gebelik sonucunun yarattığı beklenti ve kaygıların artması vb.) etkisiyle yaşam kalitesi düşmektedir. Bu nedenle hemşirelerin, infertil bireylere bakım verirken tanı ve tedavi sürecinin her aşamasında bireylerin yaşam kalitesini değerlendirmesi önemli ve gereklidir.
OBJECTIVES: The tests performed for diagnostic procedures, lack of decision about treatment options, insufficient information about treatment process, anxiety and ambivalent feelings about the treatment and results, physical problems experienced during the diagnosis and treatment process and pain, negatively affect the quality of life of infertile people. The aim of this study is to systematically review the published studies about quality of life in infertile people.
METHODS: In this systematic review; Pubmed, Science Direct and Medline databases were examined by using “infertility and quality of life” as the keyword. Studies published in international journals between January 2014 and February 2019 were evaluated and 495 studies were obtained. 12 studies complying with the inclusion/ exclusion criteria were included in the study.
RESULTS: According to the results of the studies, it was determined that infertile people had lower quality of life than fertile people. Infertile women were found to have lower quality of life than infertile males. Factors such as age, education, cultural differences and negative results from previous treatments were found to be effective on quality of life. It was also found that coping mechanisms such as complementary alternative medicine methods and the use of spirituality increased the quality of life.
CONCLUSION: Quality of life decreases due to factors such as unable to perform reproductive function and social roles, and experienced during the treatment period (intense medication use, exposure to invasive procedures such as oocyte retrieval, semen administration, increased expectation and anxiety caused by pregnancy, etc.). Therefore, it is important for nurses to assess the quality of life of individuals at every stage of the diagnosis and treatment process while providing care to infertile people.

14.
Spermatogenez, spermiyogenezis ve klinik yansımaları
Spermatogenesis, spermiogenesis and clinical reflections
Fuat Kızılay, Barış Altay
doi: 10.24898/tandro.2019.27443  Sayfalar 177 - 184
Spermatogenez, birçok hormonal ve parakrin faktörle düzenlenen, dinamik bir süreçtir. Bu süreç, otokrin, parakrin ve endokrin etkenlerin güdümünde ve aşamalı bir süreçtir ve gonadotropinlerin etkisi altındadır. Hareketli spermatozoanın meydana geldiği spermiyogenez ise, spermatogenezin nihai basamağıdır. Bu basamakta, Sertoli hücrelerinin önemli bir düzenleyicisi olduğu, hücre-iskeleti yapısı önemlidir. Sertoli hücreleri, germ hücrelerinin gelişimi için destekleyici ortamı sağlarlar ve dinamik bir hücre iskeletine sahiptirler. Gonadotropinler, testosteron, östrojen ve büyüme hormonunun spermatogenezde önemli rolleri vardır ve bunların yokluğunda önemli defektler görülebilmektedir. İnfertilite, yaygın görülen ve çiftlerde önemli psikososyal problemlere neden olan bir problemdir. Azoospermi, erkek faktörünün yaklaşık %10’undan sorumludur ve bu durumda hormonal tedavinin başarısı sınırlıdır. Bu tedavilerle hedeflenen sonuç, immatür germ hücrelerini, oositi döllemeye yetkin olgun hücreler haline getirmektir. Bu kapsamda, gonadotropinlerin etki mekanizmalarının ve Leydig-Sertoli hücreleri ve germ hücreleri arasındaki etkileşimin aydınlatılması, kritik öneme sahiptir. Spermatogenez basamaklarında rol oynayan lokal ve sistemik faktörlerin daha iyi anlaşılmasıyla ve genetik bazlı farklılıkların ortaya çıkartılmasıyla immatür germ hücrelerinin olgun hücreler haline getirilmesi yoluyla infertilite tedavisinde yeni ufuklar açılabilir.
Spermatogenesis is a dynamic process which is managed with various hormonal and paracrine factors. Spermatogenesis is a stepwise process guided by autocrine, paracrine and endocrine factors and is under the influence of gonadotropins. The spermiogenesis, in which the motil spermatozoa occur, is the final step of spermatogenesis. In this step, the cell-skeleton structure, in which the Sertoli cells are important regulators, is fundamental. Sertoli cells provide a supportive environment for the development of germ cells and have a dynamic cytoskeleton. Gonadotropins, testosterone, estrogen and growth hormone have important roles in spermatogenesis and considerable defects may be considered in the absence of these. Infertility is a common problem that causes significant psychosocial challenges in couples. Azoospermia is responsible for approximately 10% of the male factor and the success of hormonal therapy is limited in this case. The targeted result with these treatments is to transform immature germ cells into mature cells capable of fertilizing oocytes. In this context, the mechanisms of action of gonadotropins and the clarification of the interaction between LeydigSertoli cells and germ cells are critical. With the better understanding of local and systemic factors involved in the spermatogenesis steps and by revealing genetic-based differences, new horizons may be opened in infertility treatment by transforming immature germ cells into mature cells.

15.
Kadın cinsel fonksiyon bozukluklarında kanıta dayalı tedavi seçenekler
Evidence-based therapy options for female sexual dysfunction
Ercan Yeni
doi: 10.24898/tandro.2019.24650  Sayfalar 185 - 189
Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; “istek, uyarılma, orgazm ve çözülme dönemlerinden oluşan cinsel yanıt döngüsünün bozulması ve/veya cinsel ilişki sırasında ağrı duyulması” olarak tanımlanmaktadır. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders V’te cinsel istek/uyarılma bozukluğu, kadın orgazm bozukluğu ve genitopelvik ağrı/penetrasyon bozukluğu şeklinde sınıflandırılmaktadır. Tedavide bu alanları hedef alacak şekilde planlanmaktadır. Kanıta dayalı tedaviler, tedaviye karar verirken en iyi kanıtların, dikkatli, açık ve akıllıca kullanılması esasına dayanan uygulamalardır. Bu kapsamda günümüzde kadın cinsel fonksiyon bozukluklarında kanıta dayalı tedaviler son derece sınırlıdır. Hipoaktif cinsel istek bozukluğunda FDA onaylı tek ilaç flibanserindir. Postmenopozal genito-üriner sendroma bağlı disparoni için FDA onaylı birkaç ürün vardır. Kadınlarda cinsel uyarılma ve/veya orgazm bozuklukları için onaylanmış farmasötik bir ürün yoktur. Halen kadın cinsel işlev bozukluğunu hedef alan tedavilerin çoğu ilaçların endikasyon dışı kullanımları şeklindedir.
Female sexual dysfunction is defined as disruption of the sexual response cycle consisting of desire, arousal, orgasm and resolution and/or pain during sexual intercourse. Female sexual dysfunction is classified as female sexual interest or arousal disorder, female orgasmic disorder and genitopelvic pain or penetration disorder in DSM V. The treatment is planned to target these areas. Evidence-based therapies are based on the careful, clear and wise use of the best evidence when deciding treatment. In this context, evidence based therapies in female sexual dysfunction are extremely limited. The only FDA approved drug in hypoactive sexual desire disorder is flibanserin. There are several FDA approved products for the dyspareunia associated with postmenopausal genito-urinary syndrome. There is no pharmaceutical product approved for sexual arousal and/or orgasmic disorders in women. Most of the treatments currently targeting female sexual dysfunction are off-label use.

16.
Androloji Yayınları ve Kongre Takvimi
Publications and Congress Calendar of Andrology

Sayfalar 190 - 194
Makale Özeti |Tam Metin PDF

LookUs & Online Makale